Bu yazı, Dünya Gazetesi’nde 31 Mart 2017 tarihinde yayımlanmıştır.

Yönetim kurulu odaları oldukça ciddidir. En azından filmlerde gördüklerimiz. Yönetim kurulu başkanları da bir o kadar korkutucu. Toplantıyı yöneten kişinin dışında hemen hemen kimsenin gerçek fikirlerini açıklamadığı ortamlardır.

Bazen bir şirkete girdiğiniz zaman etrafın buz gibi olduğunu hissedersiniz. Bazen de içerideki hava o kadar katıdır ki ancak bıçakla kesmeniz gerekebilir.

Çünkü iş ciddi bir şeydir.

İşimizi ciddiye almakla, ciddiyeti bir maske gibi taşımak ayrı şeylerdir oysa…

Yaratıcı olmak, motivasyonla çalışmak ve işimizi sevmek için kendimizi rahat hissettiğimiz ortamlarda çalışmamız gerekiyor. Ciddiyetin ziti nasıl ki işyerinde bir şamata kültürü yaratmak değilse; işyerindeki vaktimizi kimseye yararsız sohbetlerle geçirmekle, motive edici bir ortamda çalışmak da ayrı şeylerdir.

Ciddi olduğumuzda enerjimiz katıdır, geçirgenliği azalır ve yaratıcı olmaktan oldukça uzaklaşırız. İşimizi keyif veren bir oyun gibi yaptığımızda ve bundan çok hoşlandığımızda hem kendimiz için hem başkaları için çok üretken oluruz. Takım halinde ya da tek başımıza gurur duyduğumuz bir şey ürettiğimizde, bir performans yarattığımızda gerçekten mutlu ve enerjik hissederiz. Takım çalışmasının en iyi olduğu ortamlar takım içerisinde hiyerarşinin en az olduğu ve yanlış yapmaktan korkmadığımız; yanlış anlaşılmaktan, kendimizi ifade etmekten çekinmediğimiz durumlardır.

Uçaklarda çok ciddi iş adamları ya da iş kadınları ile karşılaşırsınız. Jilet gibi giyinmişlerdir. Çevresinde bulunanlardan daha önemli ve büyük bir ciddiyet içinde iş konusundaki ince detayları, önermeleri ve varsayımları yüksek sesle oldukça uzun bir zaman boyunca anlattıklarını görürsünüz. Son notlar gözden geçiriliyor, bilançolar inceleniyor. Hayat çok ciddi, iş özellikle çok ciddi! Surat asmamız ve kendimizi önemsememiz, önemsetmemiz gerekiyor.

Başka türlü olabilir miydi?

Ciddi olmamız gerektiğini bize kim söyledi?

Amerikalı mühendis Edward Murphy’nin adıyla anılan ‘Murphy Kanunları’nı bilirsiniz. Son anda oluşabilecek felaketlerden, bir şeylerin ters gitmesinin ne kadar muhtemel olduğundan bahseder. Başarısızlıkların temelindeki hata olasılıklarını söyler. Kaosun düzenden daha olası olduğunu anlatır bize.

Bir şeylerin ters gitmesi olasılığının en yüksek olduğu zaman özellikle tam da en doğru gitmesi gereken zamandır. Bir yazılım sunumunda, en kritik anda yazılım hata mesajı verir. Özellikle en önem verdiğiniz sunumda.

Ya da iş dışı bir örnek düşünelim… İki genç birbirini sever ve hayatlarını birlikte geçirmeye karar verirler. Konu ailelere açılır, evlilik hazırlıkları başlar ve bilin bakalım ne olur? Tüm romantizm ortadan kaybolmuştur çünkü konu birden ciddileşmiştir… Gençler için artık evlilik, beraber yürütecekleri bir ömürden önce törenler ve zorunluluklar silsilesine dönüşmüştür. Heves yavaş yavaş sönmeye yüz gösterir…

Neden?

Çünkü o an neşe ve motivasyonla yaptığınız iş birden ciddileşir; çok ciddi bir andır! O enerji geçirgenliğini yitirmiş, ortam çimento gibi katılaşmıştır. Murphy o anda devreye girer, her şey birbiri üzerine ters gitmeye başlar. Eliniz ayağınız buz keser. Kaybetme korkusu bize ciddi olmamız gerektiğini söylediği andan itibaren bunlar olur. O ana kadar yaptığımız çalışmalarımız, çabalarımız berbat olmuştur.

Bu noktaya geldiğinizde “Bundan daha kötüsü ne olabilir?” diye düşünün. Daha kötüsü ne olabilir? Daha da kötüsü ne olabilir? En kötüsü ölürüz. Bundan 60 yıl sonra hepimizin başına geleceğini düşürseniz… Şu anda başınıza gelenin o kadar kötü olmadığını anlayabilirsiniz.

İşin sırrı işinizi olması gerektiğinden daha ciddiye aldığınızdır. Bunu yapmaya başladığınızda tüm neşeniz kaçar o zaman oradaki kişi siz değilsiniz, sizin korkularınızın hayaletidir.

Yıllar önce çalıştığım şirkette oldukça ciddi bir müdür vardı. Çevresinde bir korku ortamı yaratmıştı. Her hareketi sanki planlı idi, birlikte bir bakanlık toplantısına giderken kolalı gömleğinin buruşmaması için put gibi oturduğunu, kol düğmelerini, jilet gibi pantolonunu hatırlıyorum. Buna ragmen; parlak bir fikrini ve hatta yararlı bir hareketini hatırlamıyorum. Onun hakkında tek bildiğim şirkete önemli bir pozisyon için yurt dışından geldiği, sonrasında parlak bir kuyruklu yıldız gibi gözlerimizin önünden geçtiğidir.

Oysa bulunduğumuz şirketi yaratan kişi uzun süredir aynı montu giyiyor ve sıradan bir saat takıyordu. Bizlere, yani çalışanlara, önem veriyordu. Hepimize selam veriyor, ofisboydan muhasebe personeline kadar hepimizin hatırını soruyordu. Çalışma hayatına ilişkin önemli kuralları kendisinden öğrendim. Benim korkuyla baktığım durumlara neşe içinde bakıyor ve başkalarının fark etmediği bakış açılarından görebiliyordu. Ona şekilsel bir ciddiyet öğretilmemişti ama işini çok önemsiyordu. O yüzden çalışanlara ve onların motivasyonlarına değer veriyordu.

Eğer işinizi layıkıyla yapmanıza ve yaptığınız işe değer vermenize rağmen işe giderken ayaklarınız geri geri gidiyorsa belki de işinizi olması gerektiğinden fazla ciddiye alıyor olabilirsiniz. İşiniz ile ilgili neşeniz kaçmışsa biraz düşünmenizde fayda var.

En son ne zaman çok motive bir şekilde çalıştığınızı hatırlayın, neredeydiniz ve ne yapıyordunuz?

Sizi motive eden şey ne idi?

O zamanki başarınızı ve iyi hissettiren ortamı ve olayları düşünün, şimdiki ile kıyaslayın kaybettiğiniz şey nedir?

Bulunduğunuz durumla ilgili güzel olan, pozitif olan şeyler yok mu? Onlar nelerdir?

Olayları bu kadar ciddiye almakla neyi çözüyorsunuz?

Durum çok mu ciddi? Bir de komik olmayı deneyin!