X ve Y kuşağı derken milenyumları işe aldığınızda başınıza neler geleceği konusunda yüzlerce makale bulabilirsiniz. Yeni kuşağın sadece tüketimle ilgilendiği, çalışmayı sevmediği, araştırmadığı konusunda konuşup çenemizi yoruyoruz.
X kuşağında olanlar şu an 30-40 yaşlarındalar ve Y kuşağını işe almak ve yönetmekle meşguller. Ve onların şöyle söylendiklerine tanık oluyorum:
“Ne kadar zor onları motive etmek! Y kuşağından bahsediliyordu ama onları yönetmenin bu kadar kötü olacağını tahmin edemezdim.”
Acaba bizler yabancı literatürde ‘baby boom’ olarak geçen (1946- 1964) kuşak olarak, bizden bir önceki kuşak tarafından nasıl karşılanıyorduk?
Ben kendi adıma o dönemde hayatta önemli olan şeyleri bildiğimi ve ülkemi kurtaracak neslin benim neslim olduğunu düşünüyordum. Önceki nesli oldukça vizyonsuz buluyordum. Tüketime garip bir şekilde karşı çıkan ve boş kağıdı yırttığım için yarım saat nutuk atan babamın İkinci Dünya Savaşı’nın yokluk bilincini yaşattığını düşünüyordum.
80 doğumlu nesli işe almaya başladığımda yaşadığım paniği size anlatmama imkân yok. Oysa şu an yönetimde olan nesil 80 jenerasyonu ve hiçbir şey tersine gitmedi. Şu an 80 doğumlu nesil olmasa bilişim teknolojisine ilişkin bir projeyi şekillendirmem ve yürütmem mümkün olmayabilirdi. Kendi organizasyonum bu kuşağın aklı üzerinden yükseliyor.
Her nesil kendine ait üretim araçlarını şekillendiriyor ve bir sonraki neslin yarattığı değerlerin üzerinde üretim yapıyor. Sorun şu ki önceki neslin değer yargılarına daha az saygı duyarak kendi değer yargılarını oluşturuyor.
He-Man ile imkansızı başarmayı, Pokemon’la takım oyunu ve cesaret kavramlarını öğrenerek büyüdüler. Ve daha pek çok çizgi film, bu jenerasyona saatler boyu sürecek dersleri en küçük yaşlarından itibaren iletti böylece. Play-Station’ın en ilkel hâlinden, son sürümlerine dek her aşamasına tanıklık ederek girişimciliğin temellerini çok küçük yaşlarda attılar. Her nesil, bir sonrakine garip bakışlar atmayı gittikçe artan bir frekans ile sürdürdü. Çünkü kuşaklar arası alışkanlıklar o kadar keskin ve sert bir şekilde değişti ki; ne birbirlerine alışabildiler, ne de birbirlerini makul bulabildiler.
Fakat birlikte çalışmak zorunda kaldılar. Kuşak çatışmaları bir yana, milenyum nesli olmasaydı günümüzde iş yaşamı bu kadar dinamizmi barındırmıyor olurdu.
Onlar olmasaydı şunlar olmazdı:
- Hem teknolojik olmayan dönemi bilen ve teknoloji ile büyüyen kuşaklar olarak yeniliğe belki de Z kuşağından daha açıklar.
- Eski yönetim sistemleri üzerine geldiklerinden bunu yıkan kendileri oldular ve çok daha iyi oldu. Yeniden yıkmaları gerektiğinde tecrübeleri var.
- Bizim kuşağımız gibi iş kaybetmekten korkmadılar işverenlerini değiştirmeyi başardılar. İşverenlerini seçmeye başladılar ki işverenler kendilerine çeki düzen verdi.
- Yeni kuşağın triplerini ve motivasyonlarını yönlendirmede başarılılar çünkü onlar hem eskiye hem yeniye adapte olabiliyorlar.
- Yalnızca aldıkları ücrete değil; deneyime ve kendilerine verilen değere odaklandılar. Onları iş dışında aradığınızda ulaşılmaz olunabildiğini, size döndüklerinde hiçbir şey olmamış gibi davranmanızın iyi olacağını yoksa onları yavaş yavaş kaybedeceğinizi size ince ince anlattılar. Kısacası iş ve yaşam dengesini bize onlar öğretti.
- Yeniliklere açık oldukları için, iş değiştirmeyi tercih etmedikleri taktirde; yer aldıkları işin kapsamını genişletmeyi veya kendilerine daha yatkın bir hâle sokmayı tercih ettiler. Bu da iş akışlarında bir esnekliğe ve daha geniş bir kapsama sebep oldu.
- Dünyayı keşfetmeye, imkanlar da elverdiği için, daha meraklı oldular. Bu da, hem iş anlamında hem sosyal anlamda herkes için daha faydalı oldu. Öyle ki, kitlesel gelişmelere artık daha yatkınız zira çevremiz Y kuşağıyla sarmalanmış durumda. Bu da, bu tarz hareketlere ve gelişmelere önceki nesiller olarak bizi de alakadar kıldı.
Bu yazı, Dünya Gazetesi’nde 23 Mart 2018 tarihinde yayımlanmıştır.