Ülkemizde iş sahiplerini endişelendiren konulardan biridir özürlü personel çalıştırma zorunluluğu. İş adamları 50’den fazla çalışan sayısından kaçınmak için çeşitli yolları denerler, en azından düşünce birimlerinden birkaçını bu konuya harcarlar oldukça yaygın olarak.

İş dünyasında konu muhtemelen kibarca ingilizceden doğrudan tercüme edilen Türkçe kavramlar kervanına “kanuni kadro” olarak katıldı. Bu kanuni kadrolar hemen herkesi rahatsız eder. Çünkü, kanuni kadro demek, şirketinize hiçbir katma değer sağlamayacağı halde istihdam etmek zorunda olduğunuz kimseler demektir, işverenler için. Bunun için de belki ,kanuni kadro deyince de hemen herkesin aklına çaycı ve temizlikçi kadrosu gelir çoğunlukla. Bu kadrolar da fazla değildir. Organizasyon şemasının üst, orta ve alt basamaklarında yer alamayacağı, bir şey üretemeyeceği daha doğrusu düşünülür bir özürlünün. Bir anlamda doğrudur da… Özürlülük en başından beri onu tanımlayan en önemli özellik olarak ortaya çıktığı ya da çıkarıldığı için, kişinin gelişim olanakları da, öğrenim olanakları da, kısıtlı seviyelerde kalabilir. Böyle olunca da özürlülük merkezinde oluşturulan eksiklik, yetersizlik olgusu diğer eksikliklerle desteklenir, bir türlü kötü talih yenilemez.

Özürlü olma durumu, iş dünyasının aşırı rekabetçi ortamında günlük hayattan biraz daha zor şartlar yaratır özürlü çalışana. Bir şekilde farklıdır çünkü, bu fark kapanabilir bir fark da değildir üstelik. Farklılık, iş yerinde zaten zor bir kavram, genelde toplumun, özelde iş dünyasının farklı olana tahammülü yoktur çünkü. Alışkanlıklarıyla oynanmasından, bildiklerinin sorgulanmasından, özetle, farklı bir şeyler söylenmesinden/yapılmasından hoşlanmaz genelde iş dünyasının aktörleri. Herhangi bir yönden farklı olunması durumu, iş yerinde hakim sosyal sınıf tarafından kabul edilmeme durumunu getirebilir her zaman. İş yerinde hiçbir yönetmelikte, o işyerini anlatan hiçbir yazılı materyalde olmayan kurallar vardır hepimizin bildiği, uymak zorunda kaldığı, karşı çıkmayı denediğimizde de zaman zaman, yaptırımlarına maruz kaldığı. Mutlaka vardır her işyerinde, toplumun ortak hafızasından, kültüründen beslenir genellikle de zaten. Statü olarak diğerlerine göre oldukça düşük bir okulda okumuş olabilirsiniz, ya da tersi. Her işyerinde, trendi oluşturan, bir kişiyi ipe götürmeye veya kral yapmaya muktedir bir egemen sınıf vardır. Bu egemen sınıf özürlülere biraz daha farklı yaklaşabilir, genel yargıya dayalı olarak onları kendine tehdit olarak görmediğinden onlar yerini bildikçe egemen sınıf onlara koruyucu yaklaşır, burada acıma devreye girer çünkü.

Özürlü çalışanın durumu çalışanlar açısından daha da bir zordur kısacası.

İnsan kaynakları alanında iş yapan bir işveren olarak çeşitli dönemlerde özürlü istihdamına yönelik projeler yapmayı denedim, her birinde bir kayaya çarparak geri döndüm. Fakat, halen bu konuda doğru bir proje yapma isteğimi kaybetmedim ama çoğu defasında özürlülerin işlerini doğru ve kabul edilebilir ölçüde yapamayacaklarına, onlar işlerini doğru ve kabul edilebilir ölçüde yapsalar bile, hizmet verdikleri kişilerin bu ilişkiden rahatsız olacaklarına dair bahaneler aldı yürüdü. Bu tür sosyal sorumluluk projeleri çeşitli tarafları barındırıyor, taraflardan biri veya birkaçının çekinceli davranması tüm projeyi yürümez hale getirebiliyor.

Bu ölçüde başarısız denemeden sonra konuya biraz daha kafa yormaya başladım. “Neden olmuyor?” diye. Bana göre son derece kolay ve doğal olan bir durum, çoğunluğa göre neden bu kadar zordu? Evet, bu çalışan diğerlerinden farklıydı, herkes gibi, her insan gibi, her insan bir diğerinden farklıdır/farklı olmalıdır. Eğer aynı kalıptalarsa, sorun vardır zaten; eğer herkes aynı şeyi düşünüyorsa, bu, Ermenileri yok etmek ya da bizim takımdan olmayanları dövmek gibi ahmakça ve zavallı bir sonuçta yaratabilir. Bu grupla aynı şeyi düşünmeyen biri, korkudan “Siz deli misiniz?” diyemez, çünkü farklılık bu denli önemli bir kavram. Burada bahsettiğim düşünce farklılığı, ama tüm farklılıklar böyledir. Çeşitlilik yaratır sonunda. Bu konuda kendi içimde sessiz arayışım sürerken, bir kişisel gelişim programındaki bölüm, başlı başına iletişimdi. İçinde bulunduğumuz evrenden tutun da, her şeyle iletişimin incelendiği bir çalışma. İletişim yalnızca konuşarak yazarak ortaya çıkan bir olgu değil, bakmadan, görmeden, dokunmadan, karşılaşmadan da iletişim kurabilirsiniz. İşte bunu öğrenirken “Neden?” sorusunun cevabını buldum.

Tüm güzel çözümler gibi son derece basitti.

Genel bir çoğunluk sadece elle tutulabilir, gözle görülebilir somut şeyleri anlayabiliyor, yalnız onlar üzerinden iletişim kurabiliyordu. Daha küçük bir kısmı ise biraz daha yüksek seviyede, kavramsal iletişim kurabiliyordu. Kavramsal iletişim kurabilenler zaten farklılıkları görmeye başlıyor, farklılıklarla düşünebiliyordu.

Ben neden özürlülerle sorun yaşamadım işyerinde, çünkü onların kolları, bacakları, gözleri, kulakları ile değil, doğrudan kendileriyle iletişim kuruyordum. Başkalarıyla iletişim kurarken geliştirdiğim mekanizmanın dışında bir şey yapıyordum. Zaten onlar da bu şekilde iletişim kuruyordu. Kendileriyle deyince bunun ismi her inanışa göre değişebilir, new age kavramlarda “öz benliği” “yüksek benliği” denebilir. Bana kendi benliği daha hitap etti bu anlamda.

Bir kişi, giyimi ile, davranışları ile, sosyal statüsü ile iletişimi gerçekleştirir. Diyelim güzelliği o denli öndedir ki, başka bir şey yapmasına çok gerek olmamıştır. Zaten güzel ya da yakışıklıdır. Ya da çok zekidir, zekasını konuşturuverir, üç sıfır öne geçiverir iletişimde. Toplumdaki genel kabul de bu tarz bir iletişimdir. Biz karşımızdakinin sosyal maskesiyle iletişim kurarız. O da bizim.

Bizim şirkette durum farklı idi, ben onların kendi benliği ile iletişim kurduğum için onlar da bana aynı cevabı veriyordu. Ve onların istatistiklerinin, şirketimdeki ortalamanın her zaman yüksek olmasının nedeni ise buydu.